Bu Blogda Ara

24 Ocak 2010 Pazar

“HAYALİ” KÜRDİSTAN NEREYE “GÖMÜLDÜ”?



19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesinde bir karikatür yayımlanır. Karikatürde bir dağ resmi onun üstüne de bir mezar taşı çizilmiştir. Mezar taşının üstündeki yazı ilgiye değerdir: ”Muhayyel Kürdistan burada meftundur!” Günümüz Türkçesi ile söylersek “Hayali Kürdistan burada yatmaktadır”. Karikatür Ağrı Dağı isyanının bastırılmasından hemen sonra çizilmiştir ve belki de T.C Devletinin Kürt Meselesi konusundaki paradigmasını da ortaya koymuştur: ”Kürdistan ve Kürtler Ağrı dağına gömülmüştür.” Peki tarih T.C Devleti’nin Kürtler ve Kürdistan konusundaki bu paradigmasını doğrulamış mıdır?


Resmi tarih genellikle Kürtler ve onların isyanları konusunda belli bir yargı oluşturmayı başarmıştır. Bu yargı Kürt isyanlarının ulusal niteliği olmadığı yönündedir. Tabii ki, T.C Devletini ve onun resmi tarih anlayışını bu konuda anlayabiliriz çünkü onlar için Kürtleri bir ulus olarak kabul edip çıkardıkları isyanları da ulusal nitelikte saymak tehlikelidir. Zira Kürt diye bir ulus yoktur ki bir de ulusal nitelikte bir isyan çıkarsın. Hâlbuki TC’nin kuruluş yıllarında aşağılama olsa da Kürt ulusunu inkâr yoktur.



İttifaktan inkara


T.C Devletinin Kürtler ile ilgili politikasının “inkâr” mantalitesine ulaşması evrimsel bir sürecin sonucudur. Kürtler bir anda yok sayılmamıştır. 1920 yıllarında T.C ‘yi kuracak kadrolar için Kürtler vardır hatta bir ittifak unsurudurlar. Mustafa Kemal cumhuriyet henüz ilan edilmemişken İzmit’ de gazeteciler ile yaptığı bir röportajda şunları söylemiştir: ”…o halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak ilan edeceklerdir.” “Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur.” Kürtler cumhuriyet arifesinde başka belgelerde de ispatlanacağı gibi açık bir şekilde yeni cumhuriyetin “kurucu öğesidirler”. T.C kurulup, emeklemeye başladığı yıllarda ise kurucu öğe oldukları “unutulup” medenileştirilmesi gereken insanlar olarak adlandırılmışlardır. Nedeni açıktır ve belki de T.C açısından anlamlı ve niyetleri belli eden cevabı İsmet İnönü’nün onayı ile Kürdistan üzerine rapor hazırlayan Abdülhalik Renda vermiştir: ” Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve salahiyetle hâkim bulunması imkânı yoktur, bu neden ile Türk nüfusunu ve nüfuzunu hakim kılmak farzdır.” Genç cumhuriyet varlığını bildiği ve tanıdığı Kürt halkını Türkleştirmek için hızla çalışmalara başlar. Yatılı bölge kız okulları ve Kürdistan’da görevlilerin Kürtçeyi yok etmek için aldıkları bürokratik önlemler uygulamaya konulur.



İsyan


Kürt ulusu genç cumhuriyete ve onun asimilasyon çabalarına kayıtsız kalamamıştır. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları birbirini izlemiştir. Bu isyanların niteliklerini devlet ya gizlemiş ya da çarpıtmıştır. İsyanları ise çok büyük bir şiddetle bastıran genç T.C, dişleri yeni çıkmakta olan bir çocuğun dişlerinin keskinliğini tüylü bir şeftaliye sürterek keşfetmeye başlaması misali, emekleme aşamasındaki Türkiye Cumhuriyeti de yeni çıkan dişlerini Kürt halkının derisinde acımasızca keşfetmiştir.


Başlarken bir karikatür örneği ile başladım,”Hayali” Kürdistan’ın gömüldüğünü ifade eden bir karikatür ile. Bu karikatür Kürt-Kürdistan meselesini gömdüğünü ifade ediyordu. Peki, nereye gömdü? Gömemediğini hepimiz biliyoruz ama gömmeye çalıştı. Ağrı dağına, Dersim toprağına, Kürdistan köylerine, asit kuyularına gömmeye çalıştı.Başarılı olamadılar,bir ölü gömülebilirdi ancak.Oysa ki “Muhayyel” Kürdistan Kemal Pir’in,Komutan Agit’in,Musa Anter’in,Uğur’un,Ceylan’ın kalbinde yaşıyor ve inatla nefes almaya devam ediyordu.Maveraünnehir ile birlikte solgun halk çocuklarının kalbine akıyordu.


Değişen ne?


Esas soru T.C bunu sindirebilecek midir içine? Sindiremediği kesin, açılım bahanesi ile gözlerimizin önünde Kürt halkının örgütlü gücü tasfiye edilmeye çalışılmakta. Her ne kadar değiştiği imajını verse de aslında TC’nin Kürt meselesine bakış açısı hiç değişmedi. Ağrı isyanı sonrası Milli şef : ”Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal hakları talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” demiştir. Şimdi de böyle söylenmese de fiilen bu söze paralel bir süreç yaşanıyor. Devlet eline her fırsat geçtiğinde Kürt halkının taleplerini baltalamış ve engellemiştir. Lakin şimdi yine bir geriye dönüş söz konusudur. Şöyle ki, özellikle T.C kuruluş yıllarında Kürt halkını tanımış, kurucu öğe olarak görmüştür zamanla aşağılamaya en sonunda da inkâr etmeye başlamıştır fakat görüldüğü üzere bugün korkarak da olsa Kürt realitesi kabul edilmiş, ya da Kürt hareketinin mücadelesi sonucunda kabul edilmek zorunda kalınmıştır). Gerçi inkâr tam olarak son bulmamıştır. Sonuçta PKK ve yürütme organları “sözde”dir devlet nazarında. Hatta PKK’nin önderi Abdullah Öcalan dahi “sözde” olabilmektedir T.C için. Sonuç olarak Devlet 20’lerde ki gibi biçimsel olarak Kürt realitesini tanısa da niteliksel olarak hala tanımamaktadır. Kürdistan devlet için “Güneydoğu”, PKK “sözde” iken ve henüz on iki yaşında öldürülen Uğur Kaymaz “terörist” iken, nasıl bir niteliksel ilerlemeden, açılımdan ya da türevlerinden bahsedebiliriz?


“Hayali” Kürdistan öldürelemedi ama öldürülmeye çalışıldı; solgun halk çocuklarının tam kalbinde. Fakat kabul etmedi yürekler onun öldürülmesini bu nedenle de yaşamaya devam ediyor “Muhayyel”Kürdistan, solgun halk çocuklarının kalbinde. Onurlu bir barış ve onurlu bir birliktelik gibi taleplerin yanında nefes almaya devam ediyor, Muhayyel Kürdistan. Belki lazım olur, gerçekleştirilebilir diye bekliyor onların yanında, T.C tarafından bir türlü öldürülüp,mezara konulamayan “Muhayyel(Hayali)” Kürdistan.

14 Ekim 2009 Çarşamba

YENİDEN DAMLARA ÇIKMAK

Yakın bir zamanda önemli bir anekdot öğrendim. Anekdotun sahibi Zeki Gündoğdu.Bahsedeceğim bu anekdot seksen öncesine ait,bize önemli dersler vereceğine inandığım bir hikaye .Uzun yıllar önce sol’un şimdiki gibi cılız değil güçlü ve halk ile iç içe olduğu zamanlarda; bir gecekondu mahallesi bulunurmuş,Türkiye’nin kuytu bir köşesinde. Her yağmur yağdığında mahallelilerin evlerini su basar perişan olurlarmış.Durumun önemini kavrayan mahallenin devrimci gençleri ise bu duruma bir çözüm bulmak için düşünmeye başlamış. Sonunda akıllarına bir fikir gelmiş, damlara çıkma fikri. Mahallenin devrimci gençleri nöbetleşe olarak geceleri evlerin damlarında yatmaya başlamışlar, olur da yağmur yağarsa yağmuru önce onlar fark edecek ve mahalleliye haber vereceklerdir hazırlıklı olmaları için. Böylece uzun zamanlar damlarda yatar devrimci gençler. Artık onlar her yağmur sonrası perişan olan yoksul halk için birer “anarşik” değil halis halk çocuklarıdır. Aslında bu sadece bir kesit çünkü o zamanlar Türkiye’nin birçok yerinde devrimciler halk içinde sevilen, sayılan, sözü dinlenilen kişiler olmuşlardır. Peki ya sonra? Ne oldu halkı için damlar da yatan halk çocuklarına, durun size yardımcı olmak için ben söyleyeyim, hepsi damlardan indi ve kendilerini “halk” ve “kültür” evlerine ve herkese açık ama maalesef kimsenin yerini bilmediği bürolarına kapattılar. Yani uzaklaştılar halktan, her sabah düzenli olarak kepenklerini açıp kapattıkları dükkânlarında, çay içip birbirleri ile sohbet edip, bir fanusun içinde mutedil bir hayat yaşamaya başladılar. Zamanla bürokratlaştılar, artık yapmak için yapmaya başladılar birçok işleri; afiş asmak, bildiri dağıtmak, basın açıklaması vs… Gerçi bu bahsettiklerimin hiçbirisi yapılmaması gereken gereksiz şeyler değil, hatta yerinde olduğu zaman çok başarılı araçlar, ama zaten işin nüansı da burada bunlar sadece araç kesinlikle birer amaç değil. Tabi tüm bunların arasında ”devrim” derseniz, “devrim” ise mutlaka atılması gereken bir slogan olarak kaldı damlardan inen yeni nesil devrimcilerimiz için.
Eski solcular, yani bir zamanlar dünyayı değiştirmek için “çok” uğraşan ama artık doğal olarak yorulup kahvehane köşelerine çekilen, bu zat-ı muhteremler bayılırlar hayıflanmaya.”Biz bir zamanlar böyleydik, biz çok iyiydik şimdiki gençlere bak, bu halk hiçbir şeyi anlamıyor, değmezmiş bunlara…”Aslında halk anlıyordu, biliyordu kimlerin kendileri için çalıştıklarını. Kimlerin kendileri için bedel ödediğini çok ama çok iyi biliyordu. Yoksa kim söyleyebilir ki bu halkın Mahirleri, Denizleri ve İboları unuttuğunu, yalnızca unutturuldu, hem de zorla… Bu nedenle söylemekte yarar var verilen her mücadelenin yeri ve değeri vardır ve ülkemizin insanlarının âdetidir yapılan bir iyiliği hatırlamak, yani unutmaz öyle kolay kolay, kendisi için yapılanları bilir. Bildiği için de inancı yok zaten şimdiki devrimcilere çünkü kendilerinin, hiç okunmayan ve ayaklar altında çiğnenen bildiriler de kelimeler ile kurtarılmasını istemiyor. Cafcaflı sloganlar ile değil pratikte kurtulmak istiyor, bu halk sermaye denen illetten. Kurtulmak istiyor bunun için de yardım istiyor fakat Taksim de basın açıklaması yapıp sonra dağılan, çalıştığı yere gelmeyen, onunla kahvehane de oturup sohbet edip çay içmeyen, onun evine oturup sofrasına misafir olmayan sözde devrimcilerden yardım istemiyor. Onun ekmek derdini özgürlük şiarı ile birleştirebilecek, onunla beraber gülüp ağlayabilecek, onunla beraber hayata göğüs gerip, hakkını aramasında onun ile kol kola girip mücadele edebilecek gerçek devrimcileri arıyor ve onlardan yardım istiyor.
Kim peki bu gerçek devrimciler? Aslında bu soruya yeniden uzun bir yanıt yazmaya hacet yok. Çünkü daha önce söylediklerimden başka bir şey söyleyemeyeceğim. Yalnızca bundan sonra yakasını sekterizmden kurtaran, gerçekten de devrimci olmak isteyenler bariz bir şekilde farkına varacaklardır, önemli olan herhangi bir kalıba girip kendini kitlelerden soyutlamak değil, onlar ile beraber yaşamak, onlar gibi olmak önemli olan. Yeşil parka, çeneden sakal bunlar yapmıyor bir insanı devrimci, bir işçinin patronundan küfür yediği zaman ki yüzünde beliren kızarıklığı, bir kadının kocasından yediği dayak yüzünden boynunu bükmesini, Diyarbekir de bir çocuğun panzerlere taş atarken ki yüreğinde bulanan çocukça kıvılcımı anlayabilmek devrimci yapıyor insanı.
Bir dönemeçteyiz ve tartışmasız devrimci siyaset açısından geriden girdiğimiz bir dönemeç bu. Tabii ki bu tür bir durumda bin bir türlü şey bulup vaziyeti daha da kötüleştirebilir, bir cehenneme çevirebiliriz. Belki daha iyi bir ülkede yaşamayı hayal edebilirdik ama olmadı bizlerin göbek bağı Türkiye sınırları içerisinde kesildi bu nedenle de burada çizilecek bizler tarafından bizim kötü başlamış ama iyi bitecek olan kaderimiz. Biz yaşadık açlığı, hırsızlığı, fail-i meçhulleri, suçsuz yere zindanlara atılmaları… Bizler yaşadık bütün acıları, Türkiye’nin bütün emekçi ve sömürülen halkları yaşadı. Bu nedenle de acılar ile doğup acılar ile ölen halkların doğurduğu ve büyüttüğü çocuklar olan biz devrimciler, farklı değiliz insanlarımızdan ve uzakta da değiliz, sadece damlardan indik, kahvehanelere uğramaz olduk, hiçbir emekçinin evine misafir olmamaya başladık ve İstiklal caddesinden başka bir yerde dergi satmaz olduk. Fakat şimdi bütün hatalardan ders alan, azimli, çalışkan halk çocuklarının, devrimcilerinin rotaları belli; dergileri ile beraber mahallere… Ve tabi ki yeniden damlara çıkmak gerek çünkü hala her yağmur sonrası evlere su basıyor… Şimdi yeniden damlara çıkma zamanı!

14 Temmuz 2009 Salı

ÖZNE OLABİLMEK

Günümüz sol kamoyunun bugünlerde en çok tartıştığı ve üzerinde denemeler yaptığı konulardan birisi: “Birlik Sorunu”.Sadece sol unsurların tartıştığı bir konu da değil aslında bu mesele, liberaller ve muhafazakarlar dahi bu konuda kendi çapları doğrultusunda yazıp çiziyorlar. Peki gerçekten sol,devrimci ve emekten yana güçlerin bu konudaki yaklaşımları ya da bu konuyu çözmek doğrultusunda yaptıkları eylemler nelerdir?
Sol ve devrimci güçler arasındaki birlik arayışı ilk kez konuşulmuyor daha önce de konuşulmuş hatta bu konu üzerinde konuyu derinlemesine çözecek deneme arayışlarına gidilmiştir. Ne yazık ki bu denemelerin hiç birisi olumlu sonuç verememiştir çünkü daha yola başlanırken hata yapılmıştır. Birleşecek isimlerin sonuna kağıt üstünde İnşa Örgütü(İÖ) veya Parti Girişimi(PG) yazmak hiçbir şeyi çözmemiş aksine bu denemeler sonucunda kurulan yapılar daha önlerine çıkan ilk engelde ayrı yörüngelere doğru savrulmuşlardır. Sonucun böyle olmasının nedeni ise gayet açıktır, uzun vadede birlikte bir iş yapmak isteyen hiçbir güç önlerine koyduğu birlik sürecinin gereği olan kaynaşmayı,birlikte çalışmayı tabanına özümsetememiştir.Yani; yukarıdan, seçilmiş, MYK’ların masa başında kotardıkları parti, en öz anlamı ile tabana,militanlara gitmemiştir tabi bu durumda sürekli yazılıp çizilen “birlik” konusu tam anlamı ile başlamadan bitmiştir.Burada TKP-İşçininsesi lideri Rıza Yürükoğlu(Nihat Akseymen)’nun bir sözünü hatırlamak yerinde olacak:”İdeolojik birlik olmayan yerde örgüt birliği de uzun dönemde yok olur.”Kaldı ki çoğu zaman uzun dönemde değil kısa dönemde tahrip olmaya başlıyor günümüzdeki “birleşen” örgütlerin “Örgüt Birliği.”Burada sormamız gereken soru ise yeniden kuralacak gerçekten örgütsel birliği bir arada tutacak olan ideolojik çimento nasıl yoğurulacak?Bu sorunun cevabının bir tane olmadığı açık ama şu da bir gerçek ki ne cevapsız ne de cevaplandıralamayacak bir sorudur bu.Öncelikle tabana inememiş,tepede kalmış,sağlıklı bir sürece oturtulmamış, büyüyüp serpilmesi beklenmemiş hiçbir birlik denemesinden sağlam ideolojik bir zemin,çimento bekleyemeyiz.Aslında bu soruyu bir cevaba daha bağlamak gerekirse kendi öznelerini yaratamamış,öznelerine kurduğu(kuracağı) birlik sürecinin ideolojik altyapısını benimsetememiş hiçbir yapının bu tür birlik denemelerinden; başarı ile çıktığını söylemek tarihe, başarı ile çıkacağını söylemek ise geleceğimize haksızlık olur.
Öznenin üzerinde durmak gerekirse, kimdir bu özne gibi bir soru başlamamız için yardımcı olacaktır.Öncelikle bu özne sözcüğünden kasıt “birey” olabilmektir.Belki de bugün başarısız sol ve devrimci güçlerin en çok atladığı konulardan birisidir “birey” olabilmek.Bir insan düşünün ki yaşamı boyunca bir “birey olma” güdüsünü,duygusunu yaşayamıyor, evde ailesi,sokakta mahalle baskısı,okullarda öğretmen ve okul bürokratlarının zorlamaları erkek ise askere giderse ordu hiyerarşisinin despotluğu eğer kadın ise sürekli üstünde hissedeceği cinsel bir baskı ve sömürü yüzünden “birey”(kendisi) olamıyor günümüz insanı.Kendi hayatında özne olduğu, en azından öyle kabul edildiği halde ,“de facto” olarak özne değil sadece kendi yaşamında özne görünümlü bir nesne olmaktan öteye ne yazık ki gidemiyor.Kapitalist bir düzen sınırları içinde “özne”’yi aradığımızda tüketmek unsuru ile karşılaşacağımızdan yüzde yüz emin olduğumuz için bu şaşırtıcı bir durum değil bizim açımızdan ancak “insanın insan” olmasını engelleyen bu düzene karşı çıkan ve ona alternatif olarak sunduğu yeni yaşamın izlerini,mücadelesinde ve mücadele araçlarında göstermesi gereken devrimciler ve devrimci yapılarda, “özne” unsurunu görememek ise maalesef bizi oldukça şaşırtıyor.Türkiye sol yapılarına baktığımızda ve yakından incelediğimizde gayet net bir şekilde bu sorunu görebiliriz.Yukarıdan alacağı direktifler ve emirler olmadan hareket edemeyen,parti fasikülleri ve yukarının yazdığı bildiriler hariç herhangi bir materyal okuyamayan,tartışamayan,eleştiremeyen parti idealizasyonu ve dogmatizm ile beraber kendine ve çevresine “yabancılaşmış” aslında genç ve ateşli olan ama bahsettimiz etmenler yüzünden çürümüş yeni nesil devrimciler mevcut günümüzde.Peki nasıl aşacağız bu sorunu?Çünkü bugün bir çok fraksiyon yukarıda saydığımız sıfatlara (okuyan,tartışan,eleştiren vb.) sahip olan devrimcileri yapılarından uzaklaştırmakta ve itaatkar ve hizmetkar militanlar ile yolculuklarını sürdürmektedir.Burada Lenin’in sözlerini hatırlatmakta yarar var: ”Eğer her zaman itaatkar olmayan akıllı olan insanları uzaklaştırır ve yalnızca itaatkar aptallar ile baş başa kalırsanız, hiç kuşkunuz olmasın partiyi yıkıma götürürsünüz.”Bu sözlerden de anlayacağımız gibi güçlü bir partinin, teoriyi kitlelere nüfuz ettirecek güçlü bir partinin;okuyan,sorgulayan,eleştiren,insiyatif alabilen devrimcilere ihtiyacı var.Bugün sınıfın aklı olan partinin, öznelere ihtiyacı var.İnsanların da,kapitalizmin arsız ve hilekar yüzünün bütün etrafını sardığı, insanların ”benliğini” parçaladığı bugünlerde nesne olmak yerine özne olmaya ihtiyaçları var.Bunun için de gerçekten özne olacakları güne kadar mücadele edecekleri ve özne olmak ile tanışacakları ve kendilerini geliştirecekleri bir mücadeleye,mücadele araçlarına ihtiyaçları var.
Bir gerçek var ki oda bundan sonra ortak bir parti ya da örgüt oluşturmak için oluştulan süreçler diğer süreçler ile farkını koydukları parti-birlik isimleri veya yazacakları parti programı ile değil, önlerine koydukları süreci nasıl işledikleri ve devrimci özneleri yaratıp yarat(a)madıkları ile farkları belli olacaktır. Süreci işlemek: tabana birlikte çalışmayı aşılamak, kaynaşma şansı vermek, insiyatif almalarını sağlamaktır. Devrimci özneleri yaratmak ise: düşünen, okuyan,tartışan,eleştiren karşısındakini tasfiye etmek yerine,onu ikna etmeye çalışan bireyleri yaratmak,komünistlerin arzuladığı yeni insanın ilk embriyosunu çevresine gösterecek olan bireyleri ortaya çıkarmak belki de yaratmaktır.Bugünkü şiarımız gayet açık bir şekilde düzenin insanı yabancılaştırmasına karşı özne olmasını sağlamak olmalıdır.Engels: ”Hareketin en basiti yer değiştirmek en yükseği ise düşünmektir” der.Bugün bizlerin hareketin en yükseğini gerçekleştirecek düşünen öznelere ihtiyacımız vardır.Ancak bu tür bir birlik,örgüt,parti başarılı olacaktır,insanları özne olmaya çağıran bir parti…”EKMEK,GÜL VE HÜRRİYET GÜNLERİ”ne olan özlemi birlikte gerçekleştirmek ve bu büyük özlemimize kavuşmak için önce özne olabilen devrimci birey…

21 Mayıs 2009 Perşembe

YENİ-MİLLİYETÇİLİK VE MODERNİZM

Siyasi ve sosyal arenalar da günümüzün belki de en sık referans alan ve bir şekilde kullanılan ideolojik kavramı olan ve Türkiye siyasi tarihin de bir şekilde karşımıza çıkan milliyetçilik aslında sadece kendi bahçemiz de değil, diğer bahçeler de de sıkça toprağa ekilen bir ideolojik tohumdur.
Fransız Devrimi ile burjuvazinin feodal ilişkiler yerine, kendi çıkarlarına uygun olarak inşa ettiği kapitalist ekonomi düzeni ile beraber, burjuva sınıfı tarih’e ve insanlığa bir icat daha sundu; bu milliyetçiliğin icadı idi. Sermaye ihracı ve sermaye fazlasının tüketilmesi için aranan milli pazarlar ile ortaya çıkarılma gereği duyulan milliyetçilik, burjuvazinin yeniden yaratmak için kollarını sıvadığı; kültürel, ahlaksal ve hukuksal düzenlemeler ile altı doldurularak, ısrarla burjuvazinin kendi çıkarları için kullandığı bir araç oldu ve de olmaya devam ediyor.
Peki Yeni-Milliyetçiliği nasıl açıklarız? Aslında genel olarak baktığımızda milliyetçilik ilkelerinde, yani burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenen milliyetçilik ilkelerinde çok da büyük değişiklikler olduğunu söyleyemeyiz ancak milliyetçiliğin günümüzdeki globalleşme ve bilgi enformasyonu ile başına “neo” nitelemesi gelecek kadar değişiklik geçirebildiğini de kimse yadsıyamaz. Özellikle doğu-blok’unun çözülmesinin ardından artan liberal ve liberter etkiler ve temerküze ettiği neo-liberal nokta ile küreselleşme zeminli yeni-milliyetçilik dünya üzerinde yayılmaya başladı.İlgilenmemiz gereken nokta ise bu neo-milliyetçiliğin modernizm’in bir sonucu olup olmadığıdır?
Modernizm; bilindiği gibi IXX.yy’ dan başlayarak XX. yy sonlarına kadar süren bir süreç.Tabi kimilerine göre Sovyetler sonrası, “küreselleşen” dünyayı da bu modernizm sürecine dahil edilebilir ancak bu süreci post-modernist bir süreç olarak algılayanlar da hat safada. Modernizm ile milliyetçiliğin ilişkisine, genel olarak çizdiğimiz süreç perspektifin den bakarsak pozitif bir korelasyon görebiliriz. Devletler modernist bir perspektif ile her seferin de milliyetçiliği; topluluklara hazır bir olgu olarak dayatmış ve de sunmuşlardır kendi verimlilikleri için. Tabi buradan verimlilikler den kasıt’ın ne olduğu önemli bir sorudur?Kaldı ki bu tür bir soruya bir marksist’in sınıfsal verimlilikler cevabını vermesi aşikardır.
Önemli bir nokta mevcut, bu mevcut nokta da milliyetçiliği nasıl görüyor olmamız ile alakalı? Tarihsel açıdan, en genel tanıtlama ile milliyetçiliği geçici bir unsur, etmen olduğunu belirterek, önümüze şu sorunun çıktığını kabul etmek zorundayız. Başına “neo”-yeni nitelemesi koyma ihtiyacı duyduğumuz milliyetçiliğin, “eski”milliyetçilikten ne farkı var?
Yeni-Milliyetçilik’in, milliyetçilikten farkını belittiğimiz de “ipso facto” bir krolonoji sorunu çıkıyor karşımıza.Çünkü Yeni-Milliyetçilik ile Milliyetçilik arasında çizeceğimiz zamansal çizgi, bizim onun backgroundına eklemleyeceğimiz modernizm unsurunuda etkiliyor nedeni ise modernizm le beraber son zamanlar da yükselen post-modernizm dalgası.Binaenaleyh kalkış sorumuzu şuradan sormak zorunda kalabiliriz.”Yeni-Milliyetçilik Post-modernizmin bir sonucumudur.?”
Aslında dikkatli bir şekilde yeni-milliyetçiliği değerlendirdiğimiz de, onu eski, klasik milliyetçilik’ten ayırıp sınırı çektiğimiz de temel unsurlar dikkatimizi çekecektir. Bu temel unsurlar günümüz milliyetçiliğinin de izdüşümüdür.Özellikle topluma dayatılan, makro ve mikro ölçekler ile enjekte edilerek toplumları” kültürel linç” siyasetine davet eden yeni-milliyetçilik, en modernist teoremle devletin kendi çıkarlarının verimliliği için sunulan “milliyetçiliği” liberter politikalarla sınıf meselesinden toplum meselesi haline getirerek, burjuvazinin milliyetçiliği kendisi için gelişine eğip-bükmesini realize etmektedir.Bu ise modernizmin bir sonucumudur?Eğer modernizmi tanıtlarken dikkatli davranır ve kimi istisnalar ile günümüz küreselleşme siyaseti ile eklemleyebilirsek, yeni-milliyetçiliğin günümüz izdüşümlerini de dikkate alarak, modernizmin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

BEN KAHİNMİYİM?

( Çok sevgili bir dosta...)

“Ben kahin miyim?” Sanki bu retorik soruyu ilk kez sormamın üstünden yıllar geçmiş gibi… “Retorik soru” diyorum çünkü; hiçbir zaman cevap verilsin diye sormadım bu soruyu zaten cevap verende hiç olmadı, “gibi” diyorum çünkü; “yıllar” diyebilecek kadar yıl birikmedi bu soruyu ilk sormamın ardından. Sadece iki yıl geçti. Nedendir ki bu iki yılda ben mi çok olgunlaştım ya da dünya mı daha hızlı tüketmeye başladı yaşanmışlıkları bilinmez, sanki iki yıl değil de daha çok zaman geçmiş gibi hissetmeye başladım.

Bir gün Barbaros Bulvarı üzerinden Beşiktaş’a inerken (o zamanlar lise yılları idi ve ben hep “demirbaş” yol arkadaşlarım ile o güzergahı kullanarak inerdim Beşiktaş’a…) yanımda ki ekürim sızlanıyordu. Yazdığı mutsuzluk dizelerini sokmaya çalışıyordu zorla kafama… Ki bende bunalıyordum, dünya açlık, susuzluk, sömürü, savaş ve ahlaksızlık ile kıvranırken, bu saydığım sorunlar kadar nesnel bir problemi olmayan çok sevdiğim yol arkadaşıma kızıyordum. Hayır dışarıya yansıtmıyordum ama içimden öyle çok kızıyordum ki… Ve içimden kendimce en ağır hakaret olan “küçük burjuva” diye bağırıyordum. Lakin her şeye rağmen sevdiğim bir arkadaştı. Diyemezdim ki senden daha beter sorunları olanlar var diye… İnsanlar ölüm ile uğraşıyor senin bu kıvrandığın sorun da ne diyemezdim ki, çömezin teki olan ben karşımdaki tecrübeli dosta, ölüm karşısında atıp tutamazdım ki… O anda aniden bir karara vararak iyimser olmaya karar verdim. En azından ona karşı. Güzel şeyler söyledim, ki hep kötümser biri olmama rağmen, iyimserlik rolü oynadım ona. Aslında toplumsal durumlarda olan iyimserliğimi, inancımı (koskoca bir dünyanın değişeceğine inanmışım) ilk defa kişisel bir olaya transfer etmiştim. O anda o çok sevgili dosta her şeyin güzel olacağını söyledim. “Bak göreceksin” dedim. O da bana “Sen Kahin misin?” dedi. ”Yok kesinlikle hayır, ben her zaman ki filozofluğu ve üstüne sonradan eklendiği açıkça belli olan seksapalitesi ile beraber gezinen zat-ı materyalistim.” Sustu, bir şey söylemedi beklide içinden bir “deli” ile uğraşıyorum dedi. Kim bilir, aradan biraz zaman geçince geçici haklılığımı gördü. O zaman da üstüme sonradan eklenen seksapalite gibi bir de “kahinlik” eklendi.

Kahinliğim biraz kişisel problemler de belirmiş olsa da, malum dostum iyi bilir toplumsal meselelerde de hat safadadır kahinliğim. Belki de bunun en önemli sebebi Nostradamus yerine Karl Marx gibi bir filozofu kendime rehber almamdadır. Zaten benim bir vesile ile kendime yakıştırdığım kahinlik sıfatı da bir metafordan öteye gitmiyor açıkçası…

Şimdi bulunduğum yerden bakınca geriye ne değişti diye, eminim çok da şey değişmedi. Dünya yine aynı sefil ve adaletsiz, yaşadığım ülke yine aynı yoksul, çaresiz ve zulüm içinde inleyen insanlara sahip… Belki de değişen benim biraz daha olgunlaştım, artık daha da içine girdim bir sancılı ama uğrunda ölmeye değer bir kavganın… Gerçi hala bitmez küçük burjuvaca kişisel problemler yaşayabiliyorum ama ne yapalım bu sevda devrimcilere göre değil. Kaldı ki bir kolda iki karpuz taşınmazmış. Yani bir kolda iki sevda olmaz, birini seçeceksin ya bir kişiyi ya da bütün insanlığı mutlu edeceksin neyse konuyu iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmeyelim. Velhasıl kelam artık kimsenin “bu çocuktur affedelim” diyeceği bir yaş da değilim, atladım o eşikten; gerçi bu ülkede çocukları da affetmiyorlar ya neyse… Biliyorum, her şey daha güzel olacak… Adım kadar, soy ismim kadar eminim bundan… Her şey şimdikinden daha iyi olacak. Ben yine bütün genel kötümserliğime inat iyimser olmaya devam edeceğim. Belki bazı kişisel sorunların biteceği konusunda “başka bir dünyanın mümkün” olduğu kadar emin değilim ama olsun ben bu çok sevgili dosta karşı yine iyimser olacağım. Çünkü o genel olarak çok sever kötümser olmayı ve bu konuda bazen beni bile geçer… Her şey güzel olacak ve ben bir gün bu çok sevgili dosta söyleyebileceğim en güzel sözü söyleyeceğim çünkü bir adet vesikalık resmin arkasına yazmıştım:”sana söyleyeceğim en güzel söz henüz söylemediğimdir.” diye. İşte bir gün söyleyeceğim o sözü. Ve o zaman bu çok bilmiş dost şaşırıp kaldığında, yani ben haklı çıktığımda ister istemez soracağım; “BEN KAHİNMİYİM?”

23 Mart 2009 Pazartesi

29 MART YANILGISI

Seçme ve seçilme hakkı!Demokrasinin yapı taşı.Demokrasinin bu yapı taşı ile yeniden görüşmemize şurada bir hafta kadar kaldı.Heyacan dorukta, her gün insanlara yeni heyacanlar ihraç ediliyor seçimler ile ilgili...Ve ben ilk defa oy kullanacak olmama rağmen bu seçimler de ne yalan söyleyeyim,hiç bir heyecan yok içimde...
Acaba ne için heyecan olur ki insanın içinde...Heralde sevdiği,beklediği bir şeyler için heyecan duyar.Ukelalık olmasın ama 29 mart sonrası,her şekilde bir değişiklik olmayacağını adım gibi bildiğim için hiç bir heyacan duymuyorum.Çünkü bu seçimlerden sonrada Türkiye'nin demokrasisinde yine ileriye yönelik bir gelişme olmayacak.Hem olsa ne olacak ki,Türkiyenin demokrasisi "ileri"ye gitse ne olacak?Kime yarar sağlayacak bu demokrasi?Orhan Pamuk haricin de kim yarar sağlayacak bu demokrasiden ya da patronlardan başka kimin çıkarına yarayacak.Ne değişecek ki bu seçimlerden sonra,yine burjuvazinin egemenliğinde işleyen bir demokrasi,kime yarar sağlayacak.Okularda anadilde,eşit,parasız eğitim almak isteyen biz gençlere yarayacak mı?Her gün fabrikalar da robot gibi çalışan analarımıza,babalarımıza yarayacak mı?Kime yarayacak bu demokrasi,kime yarayacak bu seçimler?
Emekçiler,ezilenler,sömürülenler şunu çok iyi bilmeli sandıklar çözüm değil!Sandıklar kimin ne kadar sömüreceğini legal olarak ilan etmekten başka hiç bir işe yaramıyor.
Kriz dalga dalga gelirken yapacak şey çok basit,ekmeğimizi,hayatımızı çalanların ellerininden,ağızlarından,midelerinden bize ait olan şeyi almak;ALINTERİMİZİ!

4 Şubat 2009 Çarşamba

DAVOS SAMİMİYETSİZİ

Televizyon çığlık çığlığa bağırıyor.Gazetler kocaman puntolarla karşılıyor bizleri...”Davos kahramanı,davos fatihi,davos aslanı,davos bilmemnesi,davos...”Televizyon programlarına doluşmuş aydınımsılar haldır haldır tartışıyor.”Kahramanlığı”, sözde kahramanlığı...
Samimiyet önemlidir.En azından ben fazla önem veririm.Belkide her insanda olduğu kadar veriyorumdur.Neyse önemlidir samimiyet,bir sözü,bir tavırı; yürekten,dürüstçe taşıyabilmek insanlara...Ve kafada başka hiçbir şey olmadan, hiçbir ufak çıkar olmadan yani, iletebilmek insanlara.Şimdi aklıma bir soru geliyor.Davosu dağıtan, “ezilen halkların hakkın”ı dobra dobra savunan, Sayın Erdoğan samimiydi?Eğer samimi ise kendisini bir görebilsem ilk sormak istediğim soru;”Sizin oralarda samimiyet nasıl bir şey tarif edermisiniz?”
Konya: Mevlananın şehri,barışın hoşgörünün şehri...Filistin:Çocukların,kadınların,sivillerin acımasızca bombalandığı katledildiği coğrafya...İkisi ile nasıl bir bağlantı kurdun diye sorcaksınız?Hemen söyleyeyim;Filistin de çocukları bombalayan askerler, Konya dan “barışın” şehrinde eğitiliyor.Konya, Türkiye de bir şehir,bilmeyenler için söyleyelim.Ve bilmeyenler için bir hatırlatma daha yapalım,Türkiye denen ülkenin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan!Hani davos da mazlum Filistin halkının,acılarını dünyaya haykıran adam.
Maalesef daha bitmedi çünkü kahraman Erdoğan’ın başbakan olduğu Türkiye, İsrail ile ikili anlaşmaları devam ediyor.Müttefiklik devam ediyor katil ile...
Devam ediyoruz, ülkemiz de yeşil ve sarı renk bayraklar ile İsrail protesto edildiğinde kimse bir şey demiyor.Ama ortaya kızıl ve kırmızı bayraklar çıkınca nedense polis saldırma ihtiyacı duyuyor, İsrail’i protesto eden bir başka gruba... Neden korkuyor.Oysa RTE ezilen hakların kahramanı,Yoksa Yeşil ve sarının yanına bir de kırmızı gelince oluşacak kombinasyondan mı korkuyor...
“Siz İnsan öldürmeyi iyi bilirsiniz?”, Kusura bakmayın ama sizde öldürenlere yardım etmeyi çok iyi bilirsiniz Sayın Erdoğan.Kaldı ki öldürmeyi de iyi bilirsiniz, hatta köyleri bombalamayı da...Ve demokratik yollardan seçilen milletvekillerini yok saymayıda.
Onurunuz varsa gerçekten Kasımpaşalı iseniz.Önce samimi olun!Ezilen halkların onuru ve haklı davası ile kirli politika yapmayın.Sayın HOP eşbaşkanı,pardon BOP eşbaşkanı...